6.12.2015

beyin oğlu

dokunduğun trabzanlar yorgun
kış marifetiyle kesilmiş dudakların
bir sen yürürsün bu bildiğimiz, 
                 herkesin bildiği caddede
ayakların hisseder bastığın toprağı üstünde tonlarca betonun uzandığı

mutat sorular sorarsın inanmamış insan yüzlerine
cevaplar yazarsın dokunmadığın hayatlara 
                             dokunulmuş mazi üstünden
yaramaz çocuk edasıyla cefakar anneler doğaçlarsın

dökülür saçların maktül yaprakların gibi
yine de önü asla kapanmayan ceketler giydirirsin yüreğine
vicdanın bavul elinde
gözlerinde bozkır izli türküler ıslıklanır

sürülürsün semtinden aşağı,
başka bir tepe ufkunda seni çağırır.

24.11.2015



KIŞ/MEYRA


   Meyra gittiğinden beri çocukları artık benimdi. Her sabah ben uyanıyordum altıda, ben hazırlıyordum ikişer tane kaşarlı tost iki tane muzlu nesquikli süt. Yediye doğru onları uyandırmadan önce tepsilerini hazırlayıp ben bırakıyordum komidinlerine. Ne yaparsam yapayım her sabah okula geç kaldıkları için ben konuşuyordum müdürleriyle telefonda. Bazen hiç işim olmadığında mağazaları gezip ben alıyordum onlara beğeneceklerini düşündüğüm kıyafetleri. Beğenmedikleri zamanlar da oluyordu gidip değiştiriyordum, faturalarını hep saklardım bu yüzden.
   Teşvike'nin eski sakinlerinden değildik. Ruhu Meyra'nındı, sonunda Meyra'nın romanını yazdı aslında sadece anılarını, sonra bi baktık Nişantaşı'nda güzel bir dairemiz var. Kocamı değil herkesi büyülüyordu anlaşılan Meyra.
Meyra nasıl biriydi? Ben Meyra'yla hiç tanışmış mıydım? Meyra'yı neden Meyra'dan iyi tanıyordum?
Bir akşam yemek yedik Meyra'yla. Daha doğrusu ben yemek yedim o karşımda sadece şarap içti. Bana kabalık olmasın diye yine de sipariş verdiğini hatırlıyorum. Yemek boyunca Amerika'dan bahsetti bana. O kadar heyecanlı o kadar gerçek anlatıyordu ki. Başından geçen binlerce macera. Kötü olanları da vardır muhakkak fakat yemek yediğimiz gece kesinlikle beni üzmek istemiyordu. Çoğu insan beni üzmek istemez. Aslında beni üzmek istememelerinin beni üzdüğünü bildikleri halde. Yine de istemezler. Meyra da istemiyordu o gece beni üzmek. Üç gün önce telefon almıştım Meyra'dan. Gece yarısı iki buçuk gibi. Evde yalnızdım nedense telefonum seslideydi o gece. Sanırım belki arar diye... Her neyse o değil Meyra'ydı o gece beni arayan tek kişi. Sesi titrek çıkıyordu, sanki henüz bağıra bağıra ağlamış ama farkında bile değilmiş gibiydi.
-Alo Handan siz misiniz?
-Evet, Meyra'sınız sanırım.
-La Fontana'nın yemeklerini sevdiğinizi bliyorum izniniz olursa sizi davet etmek istiyorum.
-Meyra saatten haberiniz var mı?
-Lütfen sen de yalvarırım. Evet gece, gecedir muhtemelen. Bana sadece hangi akşam gelebileceğini söyle.
-Sabah tekrar konuşalım.
-Hayır evet demeden kapatma yalvarırım.


Yemek boyunca diken üstündeyim. Meyra'nın asla gelmediği esas konuyu beklemek beni öldürüyordu. Meyra'dan korkmam gerektiğini bilecek kadar tanıyordum onu. Okumuştum Meyra'yı daha da kötüsü yaşamıştım Meyra'yı. Onunla beraber onunla nefes aldığım her an aslında Meyra'yla da yaşamıştım. Neşesi en korkunç anıydı bunu bilecek kadar tanıyordum onu. Ve Meyra o gece o kadar neşeliydi ki sanırım iki paket sigara bitirmişti karşımda. Ama içtiği sigaralar aslında gelmek istemediği asla istemediği ama gelmek zorunda olduğu konunun onu da ne kadar korkuttuğuydu. Bi de sanırım bunu beni üzmeden nasıl yapabileceğini planlayamıyordu. Ah keşke masaya oturur oturmaz söyleyip sonra da öylece kalkıp gitseydi. Ama yapamıyordu. Yapmadıkça daha da korkuyordum. İkimizde o masa hariç her masada olmayı yeğlerdik o akşam. Kadehleri tutuşumuzdan, etimi kesişimden, çakmağı tutuşumuzdan... Her şeyden belliydi birilerinin bizi o masadan fırlatıp atmasını dilediğimiz. Tüm bu kanıtların hiçbirine de gerek yoktu aslında. Handan ve Meyra oluşumuz da yeterliydi sadece.
Hesabı ödemesine engel olamadım. Çok kararlı ve sertti bu konuda. Mizacımda böyle durumlarda yapılabilecek hiçbir miras yoktu. En ufak keskin bir harekette her zaman sadece arkama yaslanırım.
Tam kapıdan çıkmak üzereydik sonra bir an olduğu yerde durdu gözlerini kapattı. Çalan şarkı değişmişti restoranda. Bana bu şarkıyı çok sevdiğini tuvalete gidip biraz dinlemek istediğini söyledi. Gülümsedim. Kapının önündeki küçük iki masadan birine oturdum. Sandalyemi Düello'dan tarafa çevirdim. Sigara yaktım sokağı izlemeye başladım. Çıkmaz sokaktı. Sokağın girişi İstiklal'dendi sonundaysa eski Ermeni kilisesi vardı, demir parmaklıkları noktalıyordu sokağı. Paralel bir sokak daha vardı, kiliseye doğru baktığınızda hemen sol taraftadır. O sokağın sonuysa ben lise yaşlarımdayken yeni açılmış bir fasıl restoranı. Bu iki çıkmaz sokak birbirlerine kısacık bir sokakla bağlı. O kısacık sokakta eskiden bir restoran vardı. Öğle araları ya da okulu ektiğimiz zamanlarda yemeğe gelirdik. Bazen gazete okurduk bazen çay içerdik ama hep uzun uzun sohbet ederdik. İlerde neler yapacağımızı anlatırdık birbirimize. Kimsenin asla umrunda olmayacağı hayallerimizi anlatırdık uzun uzun. Asla evlenmeyeceğimizi, bir an önce evlenmek istediğimizi, birimize bir şey olursa hangimizin çocuklarıyla ilgileneceğini. Ya da bazen hiçbir şey olmasa da başka bir şey, daha kötü bir şey, asla yerine getirilemeyecek bir görevse çocuk; o durumda da. Uzun uzun bunları anlatırdık birbirimize. Ya da sadece kitaplardan konuşurduk. Belki de filmlerden. Çocukluklarımızdan ve de. Ama hep konuşurduk. Derken birden Meyra koşarak çıktı. Önümden son  hızla uzaklaştı. Meyra diye seslendim arkasından. Durmadı. Sigaram çantam hepsi masada, peşinden koşmaya başladım. Bütün sokak bizi izliyordu. Meyra'nın çarptığı insanlardan özür dileye dileye koşuyordum peşinden.
-Meyra koşma dur bekle yalvarırım.
'Çocukluğum dünyanın en tuhaf yerlerinden birinde geçti. Her gün kaybolurdum her gün birileri beni bulup evime götürürdü. Sokaktan geçen rastgele insanlar bazen yaşlı teyzeler bazen benden bikaç yaş büyük başka çocuklar , öğretmenler , taksiciler.. Bi seferinde yine kaybolmuş kendi kendime koşuyordum sokaklarda. Şimdi varlığından bile emin olmadığım çok büyük bir çiftlik gördüm. Mandalina ağaçlarından bahçesi ve de ahırları. O kadar büyüktü ki kapısını bulmak için epeyce uzaklaşmıştım. Sonra karşıma çıkan o gizli yer. Böğürtlen ağaçları. Boyumun üç dört katı büyüklüğünde dikenli korkunç çalılar bir sürü yan yana sımsıkı aralarından geçmek imkansız. En tepelerinde böğürtlenleri görmek mümkündü. Şiddetli bi istekti içimde hissettiğim. Ulaşmam gerekiyordu. Devasa çalıların etrafında yürümeye başlamıştım. Sakindim çünkü korkmuştum. Süblimdi sanırım hissettiğim. Bastığım çimlerin ıslak olduğunu fark ettim. Sonra bir an suyun sesinin duymaya başladım. Tüm bu böğürtlen krallığının ortasında kendini gizlemiş bir incir ağacı. Ağaca doğru yürümeye başladım. Yaklaştıkça çimlerin ıslaklığı arttı yavaş yavaş su yükselmeye başladı bileklerime. Ağacın gövdesinden çalıların daraldığı yere doğru içeri girdim. Kapkaranlık. Hayatımın hiçbir döneminde tekrar asla rastlamadığım bir huzur. Küçük bi göl, etrafı ve de üstü böğürtlenlerle kaplanmış dünyadan apayrı. Gökyüzü yok. Koyu yeşil çalılar ve ara ara yapraklarının ortasındaki kırmızı böğürtlenler. Güneş ışığı kovulmuş. Uyumadan önce bana anlatılan masallar geliyor aklıma. Güzel ve Çirkin'i hayali bir kayığa bindiriyorum kafamda, gölün bi ucundan bi ucuna geziniyorlar. Ve serin. Olabilecek en güzel his. Gölün yansımasında kendimi görüyorum. Yaklaşmak istiyorum. Yüzüstü çimlere uzanıp izlemeye başlıyorum gözbebeklerimi. Koyu kahverengi. Suya baktıkça rengi açılıyor sanki. Gözbebeklerimden burun deliklerime kaydırıyorum bakışlarımı. Çok küçükler. Sanki yok gibiler. Ve yoklar. Burnum gibi o da yok. Tenim yeşille kahverengi arası bi tonda ve kabuklu gibi ya da sanki pullu gibi. Ben yani yüzüm üçgenimsi ve ben yüzüme bakıyorum yani yüzüm benim.. Korkudan ağzım aralanıyor ve incecik çatal dilim yavaşça dışarı çıkıyor. Sudaki yansımamdan kendime uzanıyorum Meyra hayır demek istiyorum ama sadece tısss sesini duyuyorum son hatırladığım şey yılanın ya da benim sonuna kadar açılmış ağzımız. Çığlığımı asla hatırlayamıyorum tıslamalar haricinde ama çok güçlü deli çığlıkları atmış olmalıyım. Çiftliğin bahçıvanı yarı baygın halde bulmuş beni.'



monsieur2


19.11.2015

 Yazın sevmek çok kolaydır sevgilim tutarsın göbeğimden fırlatırsın havuza, iskeleden güneş doğarken atarız kendimizi suya ben sana batıp çıkıp çocukluğumu anlatırım elini uzatırsın yukarı çekersin beni , köpek severiz çimlerde yuvarlanabiliriz sonra geceden ayırdığın son iki dalı içeriz; yazın sevmek ne kadar kolay baksana. Rakı akşamları olur sonra yazın, uzun uzun hayatı anlatabiliriz birbirimize ben anne derim sen baba dersin bi bakmışsın sarhoşuz bakmışsın aşığız. Aşkım yazın sevmek yemin ederim o kadar kolay; dondurma alırız , limonlu, paylaşırız adanın sahilinde, yürürüz beraber ilk kez elimi tutarsın sonra orda ben de sanki 17 yaşındaymışım gibi heyecanlanırım oysa yaz diye. Güneş bi doğar bi batar gün sanki hiç bitmez sanırsın ki aylardır beraberizdir oysa günler uzundur sevgilim bak görüyo musun yazın her şey aşkın lehine. Balkonda masal okunur yazın, uzun uzun hiç bitmeyecek gibi yarın sanki külkedisi yıkayacakmış bulaşıkları gibi sonra sabah beşte hadi yıkayalım bitsin deriz gerçekten de biter, yazın her şey mümkün. Hava ılık nefesin ılık, sevgilim yemin ederim yazın her şey mümkün. Ama soğukta da sevemez miydin tutamaz mıydın eldivenden de elimi . Kışın hayat başlar iş başlar okul başlar vize stresinde de sevemez miydin sevgilim beni. Havanın soğuğu geldi kalbin soğuğu bu, beni güneşte sevme karda sev beni. Yazın herkes herkese aşık olur sen beni yazın güzel akşamında değil soğuğun akşamında sev. İşten yorgun geldiğinde açlıktan ölürken sev. Onca işinin gücünün arasında evi toplaman gerekirken sev. Köprüye takılmamak için gece uykuluyken araba kullanırken sev. O projenin en bok en tıkanmış kısmında sev. Kat kat yünden ellerimi bile hissedemediğin eldivenlerimi tutarken sev. Kasımda sev ekimde sev ne bileyim aralıkta sev.

19.10.2015

Oysa okyanus

okyanusa bırakılacak gibi değil...


bir sonraki gün yeşermeyecek,
sen O olmayacaksın
                       gece siyahında.
arayışın aynı olmayacak,

parmakların böyle hissetmeyecek
           ellerin öyle vurmayacak.



yarın sabah kırmızıyı sevmeyeceksin
                                    ısıtmayacak,
ruhun da üşümeyecek ayazda,
sen Ona koşmayacaksın

şu sevdiğin şarkının sözleri değişecek,
                                 bestesi aynı kalmayacak.
sen O olmayacaksın başka dillerde
                                 başka lisanlarda
ismin böyle işitilmeyecek,
alaycı



bugün;
bahar gazelleri yağmayacak.
tepesinden ömrünün martılar göç etmeyecek.
               -karda-  kaybolmayacaksın,

şiirler ıslıklayarak.



oysa,

dün; şiirler, şarkılar, sokaklar ve kar sendin.

9.10.2015



Güz / Başar

Canım acıyormuş taklidi yapmayacağım dedi.
Gerek yok umursamıyorum bile zaten dedi öbürü.
Mevsim diye bir şey kalmamıştı artık. Koku vardı baharat, öğleden sonra güneşi gibiydi. Kapıyı kapattım çıktım. Bu konuşma benim için bile çok fazlaydı. Öyle ya benim bile kalbim kaldırmıyordu artık. İstiyorsun ki ne ses ne güneş. Siyah perdeler taktıracaktık tüm eve her bir pencereye. 
Sokak yine kalabalıktan yürünecek gibi değildi. Cümbüştü Beyoğlu. Her gün her akşam. Biz de bazen bazı geceler cümbüşün parçası gibi hissediyorduk. Oysa bazı geceler çaylar bitmişti uslu uslu eve dönüyorduk o zamanlar izliyorduk sadece. Bazen beraber hepimiz, bazen tek. Beraberken sesli izliyorduk bu güzel olanıydı. Tekken kötüydü. Hepimizin aklına hep ilk geldiğimiz gün geliyordu. Sonra bir şey olmuyordu ama.

Yine yürüyordum böyle caddeyi.  Sessiz sessiz izliyordum. Ama o gece bir şey oldu. Kolumdan tuttuğunu hatırlıyorum birinin, arkamı dönmeye çalışmış mıydım ya da dönerken…  Kendimi bir anda Tekin Kebap’ın sokağında buldum. Dürümcüde değildim pencereden dürümcüyü görüyordum. Allah kahretsin yine bulaştım anlaşılan bir şeylere dedim. Telefonum montumun cebindeydi ama montum üzerimde değildi. Saat bire yaklaşmıştır diye düşündüm. Işık yoktu. Korkuyordum tabii ki karanlıktan ama kalkacaktım mecburen. Ayağa kalktım Tarlabaşı’nda ne halt yiyorum dedim içimden. Tam bunu düşünürken çıt sesini duydum, kibritin alevi gözümü aldı.
Karanlıkta birinin ayağa kalkışının sesini duydum. Kibriti gördüğüm yerden geliyordu ses. Lambanın sesi. Başar’ın evi.

‘diyebilirim ki bilinmeyen dualar buldum
başka bitkiler’

Parke ve sigara dumanı görüyordum sadece.

‘ıhlamur
Susmak ve yutkunmak’

Koliler vardı her tarafta. O an kadar çoklardı ki gözümde diyebilirim ki milyarlarca. Diyebilirim ki belki de her köşesinde bir yudum şarap içtiğim salon bomboştu. Diyebilirim ki belki şimdi hakikaten her metrekaresinde şarap içebilirdim çünkü hiçbir eşya engeli yoktu. Bomboş bembeyaz parkeler.

‘geldiğimde tek tanrılı dinlere yer yoktu’

Ut duruyordu koridora çıkan kapının başında,çöldeki çınar ağacı gibiydi kımıldayacak halim olsa gidip ben bir kutu bulur tıkardım içine.


‘suratımı astım
Kırk vakt’e bakıp sana inandım’

Sen suratını asmazsın dedim içimden. Sen suratını asla asmazsın. Senin suratının asıldığını görebilmek için, senin suratını asabilmek için kırk uğraşımın kırkını feda ederdim dedim, hep içimden.Mutfağa çevirdim kafamı tek bir cezve sallanıyor. Ayakta öyle asıldım kaldım. Sanki ut kendi kendini çalıyordu. Ya da Başar yine çok güzel şiir okuyordu. Uttu çalan.


‘diyebilirim ki her duası feciyle biten bir ibadetti yaşamak’

-Eşyaların neden?

-Gitme vakti, taşınıyorum.

-Hayır taşınmıyorsun.

-Taşınıyorum hem de Sofya’ya.

-İstanbul’dan taşınamazsın, kimse İstanbul’dan taşınamaz.


   Cezveyi benim için kutuya koymamış kahve içermişim diye. Kahve içiyorduk boş salonun ortasında.

Dörde doğru beraber çıktık evden. Çıkarken son fincanımdan son bir yudum aldım, sanırım saatlerdir varlığını unutmuş olmalıydım buzdolabından çıkmış gibiydi. Merdivenleri inerken dönüp kapıya baktım, son kez muhtemelen dedim, başım da dönüyordu şimdi feci. Tekin hala açıktı, bu saatte çorba verirdi ama sadece. Euro Plaza’nın oradan konsolosluğa çıkıyorduk. Uzun bir süre ışıklarda bekledik, caddenin en yoğun saatiydi taksicilerin hepimizi toplayıp eve götürdüğü saatti. Beni bırakmasını konuşmamıştık bile aramızda bırakıyordu zaten işte eve. Niye bırakmasındıydı ki? Ne zaman bir erkek beni eve bıraksa hep şeyi düşünürüm beni bıraktıktan sonra dönerken o tecavüze uğrasa onun ağzını burnunu kırsalar çok komik olmaz mıydıyı. Eve yaklaşmıştık Şok’un sokağındaydık. Evden çıktığımızdan beri hala hiç konuşmamıştık. Çok garip değil mi o da ev bu da ev. İkisi de ev ama biri yarın olmayacak. Sonra döndüm Sofya’daki emlakçısıyla ilgili bir şey sordum. Cevap verdi bir şey daha sordum bir daha cevap verdi sürekli sordum. Evin sokağına varana dek asla susmadan konuştuk. Sanki eve daha otuz sokak varmış gibi konuştuk. Susmaktan korkuyordum susunca sanki… Ya da susmazsam sanki…



 monsieur2

7.10.2015

"değişmiş burası"
"evet, el değiştirdi kafe oldu şimdi"

basit cümlelerle bozmadan, kırmadan, eskiterek.

temizdim artık.
çünkü.


2.10.2015


zaaf


the wall

-Galiba aşık oldum!
-'If we all talk about is money,
 Nothing will be funny, honey'.
-Astral seyahat hakkında ne düşünüyosunuz?
-Ben de deniyorum.

Olivia

-Jinekoloğa gitmem gerek ama İstanbul'da jinekoloğa gitmemden daha tehlikeli bir şey       düşünemiyorum.
-Bir öğle arası daha karalahana çorbası içersen seni bu mekana sokmuyorum.
-Akşam galiba yine Kadıköy'deyim.
-Dünkü kazağı inanılmaz beğendim ama şuan alabileceğimi sanmıyorum belki gelecek hafta.


 meşrutiyet

-Deepweb?
-Dershane?
-Çay?
-Beyaz peynirli domatesli kepekli tost?


monsieur2

trenler çaydanlıklar ve havaalanları



İnsanları ne kadar yargıladığımız? Gerçekten mi?

Kutu kutu odalarda yaşayıp en sevdiğimiz eşyalarımızı hep kutularda mı saklıyoruz?

30 yaşına geldiğimizde çaydanlığımız olacak mı?

Bir şehirden ötekine koşarken havaalanları küçük mü gelmeye başladı?

İlk sevgilim öldüğünde 21 yaşındaydım diyeceğim, ilk sevgilim neden öldü?

En sevdiğim yemek hep ketçap mayonez makarna kalacak değil mi?

O gün o konser biletini sadece bir kişi için mi almıştım?

Erkek arkadaşım yeni bir şehre varır varmaz ilk iş hediyelik eşya dükkanına gitmelisin diyor haklı değil mi?

Bir an için J.K. Rowling'in Harry Potter'ı hiç yazmadığını hayal et, korkunç değil mi?

Dün kaldırım taşıyla bir adamın kafasını yarıp ardından olayı gören polis memuruna kaldırım taşını çaldığı için özür dileyen bir adamın hikayesini okudum, okumalı mı?

Kaçımızın anneannesi vefat etti?

Kaçımız sigara içiyoruz?

Ya da içmiyoruz?

Almanya'daki trenler mi daha güzel Fransa'dakiler mi?

monsieur

17.09.2015

muharebe

gözlerimizle kovalamaca oynuyoruz,
hayallerde Upanişadlar Olympos'a meydan okuyor
sen çıkıp bağırıyorsun,
çıkıp dur diyorsun birden bire.

Sonra:

"tu m'a dit 'je t'aime'
  je t'ai dit 'attends'
  j'allais dire: 'prend-moi'
  tu m'a dit 'va-t-en!' "

veya dilimizde;

"gitmeyeceğim,
  gitmeyeceğim,
   gitmeyeceğim.

                    hoşçakal."


monsieur2

14.07.2015

adımın iyelik halinden nefret eder oluşumun
bir maruzatı olmalı muhakkak.
bugün de elimde bıçakla geziyorum


10.07.2015

"Saat kaç?"

       Küçükyalı'ya gidip gidemeyeceğimi bilmeden, ince hesapları kapı kenarında bırakıp evden çıkıyorum. Saat 22.30, mekan Çemberlitaş, sonbahar akşamıyız. Evden çıkıp arıyorum:
-Ben, şey, geliyorum... Sanırım...
-Ne demek sanırım? Neden gelmeyecekmişsin ki?
-Böyle nereye kadar gidecek, seni üzüyorum, kendimi üzüyorum. Problemlerine problemler katıyor gibi hissediyorum. Hem de sadece seni rahatlatmak istiyorken.
       Karşıdan umulmadık bir sessizlik... Divanyolu Caddesi'nde bir aşağı bir yukarı yürümeye koyuluyorum telefondaki sessizliği dinlerken.
-Aslı, gelecek misin?
-Tamam uzatmıyorum, geliyorum.
       Taksiye atlıyorum, "Yenikapı, Marmaray abi.". "Tamam kızım ben seni yetiştireyim." Saat? Saat kaç olmuş ki yetişecektim? Telefonu çıkarıyorum tekrar çantamdan, iki cevapsız çağrı. Gelme mi diyecekti yoksa? Artık çok geç, yola koyuldum, geri dönmedim bile çağrılara. İniyorum taksiden. Metroya doğru yürürken insanların koşuştuğunu görüyorum. Onlara katılıyorum, olanca gücümle metroya atıyorum kendimi. Saat? İki yeni mesaj. "Ayrılık Çeşmesi'ne vardığında haber ver." "Bostancı'da ineceksin.". Sirkeci-Üsküdar-Ayrılık Çeşmesi. "Ben indim, Bostancı'ya doğru geliyorum." Saat? 23.45. Son metro mu? Biraz daha koşturuyorum sonra, yalnız bu sefer durak sayısı biraz fazla mı? Bitmek bilmiyor sanki. “Gelecek istasyon: Koşuyolu.”
       Neden gidiyorum onu görmeye, neden, biz ayrılmadık mı? Yanıyorum, boğuluyorum... Yüzümü ellerimden yukarı kaldıramıyorum. Ellerim sanki senin sesinde. Neden?
  “Ellerin, ellerin ve parmakların
   Bir nar çiçeğini eziyor gibi.
  Ellerinden belli olur bir kadın,
 Denizin dibinde geziyor gibi.
Ellerin, ellerin ve parmakların.”
       Gelecekten bir sahne geliyor gözümün önüne, o ve ben sırt sırta yaslanmışız. Ben onun omzuna koymuşum kafamı, o benimkine... Bahçedeyiz. Huzurluyuz. Ben huzurlu değilim ama şimdimden. Mutlu muyum? Yanıyorum, mutluyum. “Gelecek istasyon: Bostancı.” Kapıya doğru ilerledim, bomboş metro istasyonları kalabalık metro istasyonu kadar geriyor beni hep. Malum “gece yarısı sokakta yürüyen, sokakta tek başına yürüyen kız” olmak zor. Buradan alsaydı keşke beni, nerede acaba şimdi, hiç bilmediğim bir yerdeyim, daha önce hiç gelmediğim bir yerde olmanın telaşı var içimde gece yarısı. Saat? Telefonum hala çekmiyor. Doğru metro çıkışını seçiyorumdur umarım diyerek Bostancı Köprü çıkışına yöneldim. Çıktığım yerde, üst geçitte, aynı bordo gömlekle beni bekliyordu. Yüzündeki ifade o kadar tanıdık ki, aynaya baksam aynını göreceğimden o kadar eminim ki. Yanıyor ve mutlu. Biz ayrıldık ama? Hakikaten neden ayrıldık biz?
       Tanımadığımız evlerin otoparklarına giriyoruz, benim sessiz bir yerde bir telefon konuşması yapmam gerekiyor çünkü. Gecenin bir yarısı ana yolun kenarında başka sessiz yer de yok. Araba hırsızı sanılıp kovalanıyoruz, koşuyoruz biraz, sonra kahkahalar, kahkahalar... Bilmediğim yollardan yürüyoruz, sevdiği bir yere gidecekmişiz.
       Deniz kenarı, o saatte açık nadir yerlerden birine gidiyoruz kapanana kadar oturuyoruz. Gelecek konuşuyoruz, onun geleceğini konuşuyoruz, diyoruz ki birbirimize yaslanalım... Dur yoksa ben mi diyordum onu? Demedim mi yoksa onu? O metrodaki görüntü müydü sadece? Ama o an birbirimize yaslanıyoruz, başka hiçbir şeyimizin olduğuna inanmıyorum ben.
       Eve giderken “Hakan'ı arasana bi” diyor bana, Hakan'la konuşuyoruz yarının planını yapıyoruz. Dolmuşa biniyoruz, Küçükyalı dolmuşuna, bir gülümseme var suratlarımızda, benim aklımdan başka bir görüntü geçiyor, gelecekten: Aynı şöforün kullandığı dolmuşta ben tek, ters yöne doğru gidiyorum. Burnuma şimdinin kokusu geliyor, ayılıyorum. İndiğimiz yerden sigara alıyoruz, ikimizin de paketler masada kalmış malum... “Sen artık içmeyeceksin ama” diyor içeceğimi bilerek. Gülüyoruz. İşbankasının yanındaki sokağa giriyoruz, iki adım arkasından yürüyorum bilerek. Dönüp bakıp en sevdiğim oyunuma gülüyor. İlk sokağa sapıyor caddede hala tanıdıklar var belli ki ben biraz daha geride kalıyorum, apartmana girişimde:
-Hoşgeldiiinn!
-Hoşbulduk Selçuk, hoşbulduk sevgilim.
       Hoppalaa! Neden böyle dedim ki ben? E ayrıldık biz? Sessizlik oluyor tabi yine, ufaktan dalga geçer gülüşünü hissediyorum, utanmama karşılık. Merdivenleri çıkıyor, alçak merdivenler çık çık bitmiyorlar ki suratını göreyim. Apartmanda da ses yapmamam lazım malum aileler... Anahtarla açıyor kapıyı, ayakkabımı bırakıp içeri giriyorum. “Kapısında ayakkabılarımı bıraktım!” diye seviniyor içim.
       Çay demleyip, çalışma masasını toparlıyorum. Neler yapması gerektiğini anlatıyorum hızlı hızlı. Sonra kafamı bir kaldırdım ki, benim ayrıldığım sevgilim gözleri dolu dolu gülümseyerek bakıyor bana, hani öyle şefkatle, öyle minnetle, öyle merhametle. “Sahi neden ayrıldık biz?” demedim tabi, öyle dırdırcı kadın değilim ki ben, hem ayrılsak ne olur ki, elim elinde olup birbirimizi sağa sola sürükledikten sonra. Çaylarımızı alıp, televizyonu açtık sonra. Dizine yattım sanki. Sabah salonun tekli koltuğunda pencere kenarında bir sigara içtim. Başka bir günün sabahı mı idi yoksa o? Bir de karşı balkonda geceden bir çift hatırlıyorum, yeni evliler, evlerini boyuyorlar. “Aslı, nerdesin hadi?”


       Sonrası yok benim elimde... Hikayenin buradan sonrası kayıp zihnimde. Ne oldu, ne bitti bilmiyorum bir daha o gece gibi bakmadık birbirimize.  

26.04.2015

Hala aynı -2-

Sessizlik koptu sonra.
           Korkmadı hayattan çünkü unutmaktan korktuğu kadar. Bambaşka giyinerek sokaklarda dans eden nefesini ancak tecrübeler yoruyordu, bir onlarda duruluyordu. Anılarında gezdi; simitçi tentesinin altında, yağmurda, birkaç sokak çaycısında, köşelerde, reklam panolarının altında, balıkçılarda... Şapkasının, gözlüğünün, rengarenk yüzünün altından ekşi gülümsedi. Bayır aşağı yuvarlandı denize vurasıya kadar. 

            Sahile sıkı sıkı tutundu düşmemek için, ıslanmamak için.

monsieur1*

20.04.2015

Limanında

     bir     tramvay     on beş durak     mesafedesin,

 -sanki-     fersah        fersah      yol alınıyor her adımda

sesleniyorsun sarı odandan ismimi
kulağıma yıllar sürüyor -sanki- ulaşması


sımsıkı sarmışsın kendini bu bahar sıcağında
yüzün umutsuz çizgilerini yüzüme saklıyor
yüzün susuyor      kahkahalar           ulaşıyor,

günahları boşverdik de kulları mı üzemiyorduk, güzel gecelerde?

*monsieur1

11.01.2015

"alıntı"

Kırmızıyı ben çözerim, karanlığı kim süpürür bilmem.

sahte tuzaklarım var, gökkuşağına giden patikalarımda
bir kırmızı kaldı parmak uçlarımda



and we don't care about our own faults talking 'bout our own style all we care 'bout is talking talking only me and you

4.01.2015

Slices///


Saat 4.46 kafein ve ayakkabılar intihar etmem icin baskı yapıyorlar, ben direniyorum

5.09 harika diyarından korkuyor Alice, siyah.

5.39 frekanslar yerle bir.

2.01.2015

Hala aynı

Yer sarsılmadı. Gök yerinden oynamadı. Alevler etrafını sarmadı. Canı yanmıyordu. Nefes alabiliyordu. Herkes yaşamıyordu. Herkes ölmüyordu. Ne göktaşları, ne zabaniler, ne karabasanlar, ne hayvanlar, ne bitkiler, ne insanlar... Değişmiyordu. Değiştiremiyordu.
            "Olduğun gibi değil olmak istediğin gibi görün; çünkü her yalan bir yaratış."
                                                                                                                      Cemil Meriç
            Tamam. Şimdi ne yapmak istiyordu? SAKLANMAK. Şimdi nereye gitmek istiyordu? KARANLIĞA. Pekala, tamam. Neredeydi bu karanlık? Hem nasıl gidecekti oraya? SESSİZLİK kopmalıydı.

            Yaratmakla başladı kendine beğendiği ruhları, koleksiyoncu itinasıyla toparladı. Yazdı onları, çizdi sonra. AYNAya yerleştirdi. Mimiklerine yerleştirdi. Bitmek bilmeyen seçenekler dizisi. Herkes olabilirdi, her şey olabilirdi. Hepsini istiyordu. Hepsini düşlüyordu. Kavga ediyordu, kavga ettiler. Kendi aralarında her kimliği bir öncekine sırt çevirdi. Devamı bir ışıktı. Fikri bir ışıktı yine kendi kavgasına, kararsızlığına. Madem bu kadar kavga vardı, madem hepsini istiyordu, hepsini düşlüyordu... HEPSİNİ DENEYECEKTİ. Denemezse seçemeyecekti. Denemezse yine doğru kaçacaktı her seferki kıvraklığıyla. Kimde, kime, kimi deneyeceğini yine ışığına bırakıp sokağa atmaya karar verdi bu bir türlü sindiremediği ruhunu. Bir dolu aksesuar aldı yanına şapkalar, takılar, gözlükler, ayakkabılar, fularlar... Bir poşete sığıştılar ve ATLADI sokağa.

2011
monsieur1