Güz / Başar
Canım acıyormuş taklidi yapmayacağım dedi.
Gerek yok umursamıyorum bile zaten dedi öbürü.
Mevsim diye bir şey kalmamıştı artık. Koku vardı baharat, öğleden
sonra güneşi gibiydi. Kapıyı kapattım çıktım. Bu konuşma benim için bile çok
fazlaydı. Öyle ya benim bile kalbim kaldırmıyordu artık. İstiyorsun ki ne ses
ne güneş. Siyah perdeler taktıracaktık tüm eve her bir pencereye.
Sokak yine kalabalıktan yürünecek gibi değildi. Cümbüştü Beyoğlu.
Her gün her akşam. Biz de bazen bazı geceler cümbüşün parçası gibi
hissediyorduk. Oysa bazı geceler çaylar bitmişti uslu uslu eve dönüyorduk o
zamanlar izliyorduk sadece. Bazen beraber hepimiz, bazen tek. Beraberken sesli
izliyorduk bu güzel olanıydı. Tekken kötüydü. Hepimizin aklına hep ilk
geldiğimiz gün geliyordu. Sonra bir şey olmuyordu ama.
Yine yürüyordum böyle caddeyi. Sessiz sessiz izliyordum. Ama
o gece bir şey oldu. Kolumdan tuttuğunu hatırlıyorum birinin, arkamı dönmeye
çalışmış mıydım ya da dönerken… Kendimi bir anda Tekin Kebap’ın sokağında
buldum. Dürümcüde değildim pencereden dürümcüyü görüyordum. Allah kahretsin
yine bulaştım anlaşılan bir şeylere dedim. Telefonum montumun cebindeydi ama
montum üzerimde değildi. Saat bire yaklaşmıştır diye düşündüm. Işık yoktu.
Korkuyordum tabii ki karanlıktan ama kalkacaktım mecburen. Ayağa kalktım
Tarlabaşı’nda ne halt yiyorum dedim içimden. Tam bunu düşünürken çıt sesini
duydum, kibritin alevi gözümü aldı.
Karanlıkta birinin ayağa kalkışının sesini duydum. Kibriti
gördüğüm yerden geliyordu ses. Lambanın sesi. Başar’ın evi.
‘diyebilirim ki bilinmeyen dualar buldum
başka bitkiler’
Parke ve sigara dumanı görüyordum sadece.
‘ıhlamur
Susmak ve yutkunmak’
Koliler vardı her tarafta. O an kadar çoklardı ki gözümde
diyebilirim ki milyarlarca. Diyebilirim ki belki de her köşesinde bir yudum
şarap içtiğim salon bomboştu. Diyebilirim ki belki şimdi hakikaten her
metrekaresinde şarap içebilirdim çünkü hiçbir eşya engeli yoktu. Bomboş
bembeyaz parkeler.
‘geldiğimde tek tanrılı dinlere yer yoktu’
Ut duruyordu koridora çıkan kapının başında,çöldeki çınar ağacı
gibiydi kımıldayacak halim olsa gidip ben bir kutu bulur tıkardım içine.
‘suratımı astım
Kırk vakt’e bakıp sana inandım’
Sen suratını asmazsın dedim içimden. Sen suratını asla asmazsın.
Senin suratının asıldığını görebilmek için, senin suratını asabilmek için kırk
uğraşımın kırkını feda ederdim dedim, hep içimden.Mutfağa çevirdim kafamı tek
bir cezve sallanıyor. Ayakta öyle asıldım kaldım. Sanki ut kendi kendini
çalıyordu. Ya da Başar yine çok güzel şiir okuyordu. Uttu çalan.
‘diyebilirim ki her duası feciyle biten bir ibadetti yaşamak’
-Eşyaların neden?
-Gitme vakti, taşınıyorum.
-Hayır taşınmıyorsun.
-Taşınıyorum hem de Sofya’ya.
-İstanbul’dan taşınamazsın, kimse İstanbul’dan taşınamaz.
Cezveyi
benim için kutuya koymamış kahve içermişim diye. Kahve içiyorduk boş salonun
ortasında.
Dörde doğru beraber çıktık evden. Çıkarken son fincanımdan son bir
yudum aldım, sanırım saatlerdir varlığını unutmuş olmalıydım buzdolabından
çıkmış gibiydi. Merdivenleri inerken dönüp kapıya baktım, son kez muhtemelen
dedim, başım da dönüyordu şimdi feci. Tekin hala açıktı, bu saatte çorba verirdi
ama sadece. Euro Plaza’nın oradan konsolosluğa çıkıyorduk. Uzun bir süre
ışıklarda bekledik, caddenin en yoğun saatiydi taksicilerin hepimizi toplayıp
eve götürdüğü saatti. Beni bırakmasını konuşmamıştık bile aramızda bırakıyordu
zaten işte eve. Niye bırakmasındıydı ki? Ne zaman bir erkek beni eve bıraksa
hep şeyi düşünürüm beni bıraktıktan sonra dönerken o tecavüze uğrasa onun
ağzını burnunu kırsalar çok komik olmaz mıydıyı. Eve yaklaşmıştık Şok’un
sokağındaydık. Evden çıktığımızdan beri hala hiç konuşmamıştık. Çok garip değil
mi o da ev bu da ev. İkisi de ev ama biri yarın olmayacak. Sonra döndüm
Sofya’daki emlakçısıyla ilgili bir şey sordum. Cevap verdi bir şey daha sordum
bir daha cevap verdi sürekli sordum. Evin sokağına varana dek asla susmadan
konuştuk. Sanki eve daha otuz sokak varmış gibi konuştuk. Susmaktan korkuyordum
susunca sanki… Ya da susmazsam sanki…
monsieur2
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder