24.11.2015



KIŞ/MEYRA


   Meyra gittiğinden beri çocukları artık benimdi. Her sabah ben uyanıyordum altıda, ben hazırlıyordum ikişer tane kaşarlı tost iki tane muzlu nesquikli süt. Yediye doğru onları uyandırmadan önce tepsilerini hazırlayıp ben bırakıyordum komidinlerine. Ne yaparsam yapayım her sabah okula geç kaldıkları için ben konuşuyordum müdürleriyle telefonda. Bazen hiç işim olmadığında mağazaları gezip ben alıyordum onlara beğeneceklerini düşündüğüm kıyafetleri. Beğenmedikleri zamanlar da oluyordu gidip değiştiriyordum, faturalarını hep saklardım bu yüzden.
   Teşvike'nin eski sakinlerinden değildik. Ruhu Meyra'nındı, sonunda Meyra'nın romanını yazdı aslında sadece anılarını, sonra bi baktık Nişantaşı'nda güzel bir dairemiz var. Kocamı değil herkesi büyülüyordu anlaşılan Meyra.
Meyra nasıl biriydi? Ben Meyra'yla hiç tanışmış mıydım? Meyra'yı neden Meyra'dan iyi tanıyordum?
Bir akşam yemek yedik Meyra'yla. Daha doğrusu ben yemek yedim o karşımda sadece şarap içti. Bana kabalık olmasın diye yine de sipariş verdiğini hatırlıyorum. Yemek boyunca Amerika'dan bahsetti bana. O kadar heyecanlı o kadar gerçek anlatıyordu ki. Başından geçen binlerce macera. Kötü olanları da vardır muhakkak fakat yemek yediğimiz gece kesinlikle beni üzmek istemiyordu. Çoğu insan beni üzmek istemez. Aslında beni üzmek istememelerinin beni üzdüğünü bildikleri halde. Yine de istemezler. Meyra da istemiyordu o gece beni üzmek. Üç gün önce telefon almıştım Meyra'dan. Gece yarısı iki buçuk gibi. Evde yalnızdım nedense telefonum seslideydi o gece. Sanırım belki arar diye... Her neyse o değil Meyra'ydı o gece beni arayan tek kişi. Sesi titrek çıkıyordu, sanki henüz bağıra bağıra ağlamış ama farkında bile değilmiş gibiydi.
-Alo Handan siz misiniz?
-Evet, Meyra'sınız sanırım.
-La Fontana'nın yemeklerini sevdiğinizi bliyorum izniniz olursa sizi davet etmek istiyorum.
-Meyra saatten haberiniz var mı?
-Lütfen sen de yalvarırım. Evet gece, gecedir muhtemelen. Bana sadece hangi akşam gelebileceğini söyle.
-Sabah tekrar konuşalım.
-Hayır evet demeden kapatma yalvarırım.


Yemek boyunca diken üstündeyim. Meyra'nın asla gelmediği esas konuyu beklemek beni öldürüyordu. Meyra'dan korkmam gerektiğini bilecek kadar tanıyordum onu. Okumuştum Meyra'yı daha da kötüsü yaşamıştım Meyra'yı. Onunla beraber onunla nefes aldığım her an aslında Meyra'yla da yaşamıştım. Neşesi en korkunç anıydı bunu bilecek kadar tanıyordum onu. Ve Meyra o gece o kadar neşeliydi ki sanırım iki paket sigara bitirmişti karşımda. Ama içtiği sigaralar aslında gelmek istemediği asla istemediği ama gelmek zorunda olduğu konunun onu da ne kadar korkuttuğuydu. Bi de sanırım bunu beni üzmeden nasıl yapabileceğini planlayamıyordu. Ah keşke masaya oturur oturmaz söyleyip sonra da öylece kalkıp gitseydi. Ama yapamıyordu. Yapmadıkça daha da korkuyordum. İkimizde o masa hariç her masada olmayı yeğlerdik o akşam. Kadehleri tutuşumuzdan, etimi kesişimden, çakmağı tutuşumuzdan... Her şeyden belliydi birilerinin bizi o masadan fırlatıp atmasını dilediğimiz. Tüm bu kanıtların hiçbirine de gerek yoktu aslında. Handan ve Meyra oluşumuz da yeterliydi sadece.
Hesabı ödemesine engel olamadım. Çok kararlı ve sertti bu konuda. Mizacımda böyle durumlarda yapılabilecek hiçbir miras yoktu. En ufak keskin bir harekette her zaman sadece arkama yaslanırım.
Tam kapıdan çıkmak üzereydik sonra bir an olduğu yerde durdu gözlerini kapattı. Çalan şarkı değişmişti restoranda. Bana bu şarkıyı çok sevdiğini tuvalete gidip biraz dinlemek istediğini söyledi. Gülümsedim. Kapının önündeki küçük iki masadan birine oturdum. Sandalyemi Düello'dan tarafa çevirdim. Sigara yaktım sokağı izlemeye başladım. Çıkmaz sokaktı. Sokağın girişi İstiklal'dendi sonundaysa eski Ermeni kilisesi vardı, demir parmaklıkları noktalıyordu sokağı. Paralel bir sokak daha vardı, kiliseye doğru baktığınızda hemen sol taraftadır. O sokağın sonuysa ben lise yaşlarımdayken yeni açılmış bir fasıl restoranı. Bu iki çıkmaz sokak birbirlerine kısacık bir sokakla bağlı. O kısacık sokakta eskiden bir restoran vardı. Öğle araları ya da okulu ektiğimiz zamanlarda yemeğe gelirdik. Bazen gazete okurduk bazen çay içerdik ama hep uzun uzun sohbet ederdik. İlerde neler yapacağımızı anlatırdık birbirimize. Kimsenin asla umrunda olmayacağı hayallerimizi anlatırdık uzun uzun. Asla evlenmeyeceğimizi, bir an önce evlenmek istediğimizi, birimize bir şey olursa hangimizin çocuklarıyla ilgileneceğini. Ya da bazen hiçbir şey olmasa da başka bir şey, daha kötü bir şey, asla yerine getirilemeyecek bir görevse çocuk; o durumda da. Uzun uzun bunları anlatırdık birbirimize. Ya da sadece kitaplardan konuşurduk. Belki de filmlerden. Çocukluklarımızdan ve de. Ama hep konuşurduk. Derken birden Meyra koşarak çıktı. Önümden son  hızla uzaklaştı. Meyra diye seslendim arkasından. Durmadı. Sigaram çantam hepsi masada, peşinden koşmaya başladım. Bütün sokak bizi izliyordu. Meyra'nın çarptığı insanlardan özür dileye dileye koşuyordum peşinden.
-Meyra koşma dur bekle yalvarırım.
'Çocukluğum dünyanın en tuhaf yerlerinden birinde geçti. Her gün kaybolurdum her gün birileri beni bulup evime götürürdü. Sokaktan geçen rastgele insanlar bazen yaşlı teyzeler bazen benden bikaç yaş büyük başka çocuklar , öğretmenler , taksiciler.. Bi seferinde yine kaybolmuş kendi kendime koşuyordum sokaklarda. Şimdi varlığından bile emin olmadığım çok büyük bir çiftlik gördüm. Mandalina ağaçlarından bahçesi ve de ahırları. O kadar büyüktü ki kapısını bulmak için epeyce uzaklaşmıştım. Sonra karşıma çıkan o gizli yer. Böğürtlen ağaçları. Boyumun üç dört katı büyüklüğünde dikenli korkunç çalılar bir sürü yan yana sımsıkı aralarından geçmek imkansız. En tepelerinde böğürtlenleri görmek mümkündü. Şiddetli bi istekti içimde hissettiğim. Ulaşmam gerekiyordu. Devasa çalıların etrafında yürümeye başlamıştım. Sakindim çünkü korkmuştum. Süblimdi sanırım hissettiğim. Bastığım çimlerin ıslak olduğunu fark ettim. Sonra bir an suyun sesinin duymaya başladım. Tüm bu böğürtlen krallığının ortasında kendini gizlemiş bir incir ağacı. Ağaca doğru yürümeye başladım. Yaklaştıkça çimlerin ıslaklığı arttı yavaş yavaş su yükselmeye başladı bileklerime. Ağacın gövdesinden çalıların daraldığı yere doğru içeri girdim. Kapkaranlık. Hayatımın hiçbir döneminde tekrar asla rastlamadığım bir huzur. Küçük bi göl, etrafı ve de üstü böğürtlenlerle kaplanmış dünyadan apayrı. Gökyüzü yok. Koyu yeşil çalılar ve ara ara yapraklarının ortasındaki kırmızı böğürtlenler. Güneş ışığı kovulmuş. Uyumadan önce bana anlatılan masallar geliyor aklıma. Güzel ve Çirkin'i hayali bir kayığa bindiriyorum kafamda, gölün bi ucundan bi ucuna geziniyorlar. Ve serin. Olabilecek en güzel his. Gölün yansımasında kendimi görüyorum. Yaklaşmak istiyorum. Yüzüstü çimlere uzanıp izlemeye başlıyorum gözbebeklerimi. Koyu kahverengi. Suya baktıkça rengi açılıyor sanki. Gözbebeklerimden burun deliklerime kaydırıyorum bakışlarımı. Çok küçükler. Sanki yok gibiler. Ve yoklar. Burnum gibi o da yok. Tenim yeşille kahverengi arası bi tonda ve kabuklu gibi ya da sanki pullu gibi. Ben yani yüzüm üçgenimsi ve ben yüzüme bakıyorum yani yüzüm benim.. Korkudan ağzım aralanıyor ve incecik çatal dilim yavaşça dışarı çıkıyor. Sudaki yansımamdan kendime uzanıyorum Meyra hayır demek istiyorum ama sadece tısss sesini duyuyorum son hatırladığım şey yılanın ya da benim sonuna kadar açılmış ağzımız. Çığlığımı asla hatırlayamıyorum tıslamalar haricinde ama çok güçlü deli çığlıkları atmış olmalıyım. Çiftliğin bahçıvanı yarı baygın halde bulmuş beni.'



monsieur2


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder