KIŞ/MEYRA
Meyra gittiğinden beri çocukları
artık benimdi. Her sabah ben uyanıyordum altıda, ben hazırlıyordum
ikişer tane kaşarlı tost iki tane muzlu nesquikli süt. Yediye
doğru onları uyandırmadan önce tepsilerini hazırlayıp ben
bırakıyordum komidinlerine. Ne yaparsam yapayım her sabah okula
geç kaldıkları için ben konuşuyordum müdürleriyle telefonda.
Bazen hiç işim olmadığında mağazaları gezip ben alıyordum
onlara beğeneceklerini düşündüğüm kıyafetleri. Beğenmedikleri
zamanlar da oluyordu gidip değiştiriyordum, faturalarını hep
saklardım bu yüzden.
Teşvike'nin eski sakinlerinden
değildik. Ruhu Meyra'nındı, sonunda Meyra'nın romanını yazdı
aslında sadece anılarını, sonra bi baktık Nişantaşı'nda güzel
bir dairemiz var. Kocamı değil herkesi büyülüyordu anlaşılan
Meyra.
Meyra nasıl biriydi? Ben Meyra'yla hiç
tanışmış mıydım? Meyra'yı neden Meyra'dan iyi tanıyordum?
Bir akşam yemek yedik Meyra'yla. Daha
doğrusu ben yemek yedim o karşımda sadece şarap içti. Bana
kabalık olmasın diye yine de sipariş verdiğini hatırlıyorum. Yemek boyunca Amerika'dan bahsetti
bana. O kadar heyecanlı o kadar gerçek anlatıyordu ki. Başından
geçen binlerce macera. Kötü olanları da vardır muhakkak fakat
yemek yediğimiz gece kesinlikle beni üzmek istemiyordu. Çoğu
insan beni üzmek istemez. Aslında beni üzmek istememelerinin beni
üzdüğünü bildikleri halde. Yine de istemezler. Meyra da
istemiyordu o gece beni üzmek. Üç gün önce telefon almıştım
Meyra'dan. Gece yarısı iki buçuk gibi. Evde yalnızdım nedense
telefonum seslideydi o gece. Sanırım belki arar diye... Her neyse o
değil Meyra'ydı o gece beni arayan tek kişi. Sesi titrek çıkıyordu, sanki henüz bağıra bağıra ağlamış ama farkında bile değilmiş
gibiydi.
-Alo Handan siz misiniz?
-Evet, Meyra'sınız sanırım.
-La Fontana'nın yemeklerini
sevdiğinizi bliyorum izniniz olursa sizi davet etmek istiyorum.
-Meyra saatten haberiniz var mı?
-Lütfen sen de yalvarırım. Evet
gece, gecedir muhtemelen. Bana sadece hangi akşam gelebileceğini
söyle.
-Sabah tekrar konuşalım.
-Hayır evet demeden kapatma
yalvarırım.
Yemek boyunca diken üstündeyim.
Meyra'nın asla gelmediği esas konuyu beklemek beni öldürüyordu.
Meyra'dan korkmam gerektiğini bilecek kadar tanıyordum onu.
Okumuştum Meyra'yı daha da kötüsü yaşamıştım Meyra'yı.
Onunla beraber onunla nefes aldığım her an aslında Meyra'yla da
yaşamıştım. Neşesi en korkunç anıydı bunu bilecek kadar tanıyordum onu. Ve Meyra o gece o kadar neşeliydi ki sanırım iki
paket sigara bitirmişti karşımda. Ama içtiği sigaralar aslında
gelmek istemediği asla istemediği ama gelmek zorunda olduğu
konunun onu da ne kadar korkuttuğuydu. Bi de sanırım bunu beni
üzmeden nasıl yapabileceğini planlayamıyordu. Ah keşke masaya
oturur oturmaz söyleyip sonra da öylece kalkıp gitseydi. Ama
yapamıyordu. Yapmadıkça daha da korkuyordum. İkimizde o masa
hariç her masada olmayı yeğlerdik o akşam. Kadehleri
tutuşumuzdan, etimi kesişimden, çakmağı tutuşumuzdan... Her
şeyden belliydi birilerinin bizi o masadan fırlatıp atmasını
dilediğimiz. Tüm bu kanıtların hiçbirine de gerek yoktu aslında.
Handan ve Meyra oluşumuz da yeterliydi sadece.
Hesabı ödemesine engel olamadım. Çok
kararlı ve sertti bu konuda. Mizacımda böyle durumlarda
yapılabilecek hiçbir miras yoktu. En ufak keskin bir harekette her
zaman sadece arkama yaslanırım.
Tam kapıdan çıkmak üzereydik sonra
bir an olduğu yerde durdu gözlerini kapattı. Çalan şarkı
değişmişti restoranda. Bana bu şarkıyı çok sevdiğini tuvalete
gidip biraz dinlemek istediğini söyledi. Gülümsedim. Kapının
önündeki küçük iki masadan birine oturdum. Sandalyemi Düello'dan
tarafa çevirdim. Sigara yaktım sokağı izlemeye başladım. Çıkmaz
sokaktı. Sokağın girişi İstiklal'dendi sonundaysa eski Ermeni
kilisesi vardı, demir parmaklıkları noktalıyordu sokağı. Paralel
bir sokak daha vardı, kiliseye doğru baktığınızda hemen sol
taraftadır. O sokağın sonuysa ben lise yaşlarımdayken yeni
açılmış bir fasıl restoranı. Bu iki çıkmaz sokak birbirlerine
kısacık bir sokakla bağlı. O kısacık sokakta eskiden bir
restoran vardı. Öğle araları ya da okulu ektiğimiz zamanlarda yemeğe gelirdik. Bazen gazete okurduk bazen çay içerdik ama hep
uzun uzun sohbet ederdik. İlerde neler yapacağımızı anlatırdık
birbirimize. Kimsenin asla umrunda olmayacağı hayallerimizi
anlatırdık uzun uzun. Asla evlenmeyeceğimizi, bir an önce evlenmek
istediğimizi, birimize bir şey olursa hangimizin çocuklarıyla
ilgileneceğini. Ya da bazen hiçbir şey olmasa da başka
bir şey, daha kötü bir şey, asla yerine getirilemeyecek bir görevse
çocuk; o durumda da. Uzun uzun bunları
anlatırdık birbirimize. Ya da sadece kitaplardan konuşurduk. Belki
de filmlerden. Çocukluklarımızdan ve de. Ama hep konuşurduk.
Derken birden Meyra koşarak çıktı. Önümden son hızla
uzaklaştı. Meyra diye seslendim arkasından. Durmadı. Sigaram
çantam hepsi masada, peşinden koşmaya başladım. Bütün
sokak bizi izliyordu. Meyra'nın çarptığı insanlardan özür
dileye dileye koşuyordum peşinden.
-Meyra koşma dur bekle yalvarırım.
'Çocukluğum dünyanın en tuhaf
yerlerinden birinde geçti. Her gün kaybolurdum her gün birileri
beni bulup evime götürürdü. Sokaktan geçen rastgele insanlar
bazen yaşlı teyzeler bazen benden bikaç yaş büyük başka
çocuklar , öğretmenler , taksiciler.. Bi seferinde yine kaybolmuş
kendi kendime koşuyordum sokaklarda. Şimdi varlığından bile emin
olmadığım çok büyük bir çiftlik gördüm. Mandalina
ağaçlarından bahçesi ve de ahırları. O kadar büyüktü
ki kapısını bulmak için epeyce uzaklaşmıştım. Sonra karşıma
çıkan o gizli yer. Böğürtlen ağaçları. Boyumun üç dört
katı büyüklüğünde dikenli korkunç çalılar bir sürü yan
yana sımsıkı aralarından geçmek imkansız. En tepelerinde
böğürtlenleri görmek mümkündü. Şiddetli bi istekti içimde
hissettiğim. Ulaşmam gerekiyordu. Devasa çalıların etrafında
yürümeye başlamıştım. Sakindim çünkü korkmuştum. Süblimdi
sanırım hissettiğim. Bastığım çimlerin ıslak olduğunu fark
ettim. Sonra bir an suyun sesinin duymaya başladım. Tüm bu
böğürtlen krallığının ortasında kendini gizlemiş bir incir
ağacı. Ağaca doğru yürümeye başladım. Yaklaştıkça çimlerin
ıslaklığı arttı yavaş yavaş su yükselmeye başladı
bileklerime. Ağacın gövdesinden çalıların daraldığı yere
doğru içeri girdim. Kapkaranlık. Hayatımın hiçbir döneminde
tekrar asla rastlamadığım bir huzur. Küçük bi göl, etrafı ve
de üstü böğürtlenlerle kaplanmış dünyadan apayrı. Gökyüzü
yok. Koyu yeşil çalılar ve ara ara yapraklarının ortasındaki
kırmızı böğürtlenler. Güneş ışığı kovulmuş. Uyumadan
önce bana anlatılan masallar geliyor aklıma. Güzel ve Çirkin'i
hayali bir kayığa bindiriyorum kafamda, gölün bi ucundan bi ucuna
geziniyorlar. Ve serin. Olabilecek en güzel his. Gölün
yansımasında kendimi görüyorum. Yaklaşmak istiyorum. Yüzüstü
çimlere uzanıp izlemeye başlıyorum gözbebeklerimi. Koyu
kahverengi. Suya baktıkça rengi açılıyor sanki. Gözbebeklerimden
burun deliklerime kaydırıyorum bakışlarımı. Çok küçükler.
Sanki yok gibiler. Ve yoklar. Burnum gibi o da yok. Tenim yeşille
kahverengi arası bi tonda ve kabuklu gibi ya da sanki pullu gibi. Ben yani yüzüm
üçgenimsi ve ben yüzüme bakıyorum yani yüzüm benim.. Korkudan
ağzım aralanıyor ve incecik çatal dilim yavaşça dışarı
çıkıyor. Sudaki yansımamdan kendime uzanıyorum Meyra hayır
demek istiyorum ama sadece tısss sesini duyuyorum son hatırladığım
şey yılanın ya da benim sonuna kadar açılmış ağzımız.
Çığlığımı asla hatırlayamıyorum tıslamalar haricinde ama
çok güçlü deli çığlıkları atmış olmalıyım. Çiftliğin
bahçıvanı yarı baygın halde bulmuş beni.'
monsieur2
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder