14.07.2015

adımın iyelik halinden nefret eder oluşumun
bir maruzatı olmalı muhakkak.
bugün de elimde bıçakla geziyorum


10.07.2015

"Saat kaç?"

       Küçükyalı'ya gidip gidemeyeceğimi bilmeden, ince hesapları kapı kenarında bırakıp evden çıkıyorum. Saat 22.30, mekan Çemberlitaş, sonbahar akşamıyız. Evden çıkıp arıyorum:
-Ben, şey, geliyorum... Sanırım...
-Ne demek sanırım? Neden gelmeyecekmişsin ki?
-Böyle nereye kadar gidecek, seni üzüyorum, kendimi üzüyorum. Problemlerine problemler katıyor gibi hissediyorum. Hem de sadece seni rahatlatmak istiyorken.
       Karşıdan umulmadık bir sessizlik... Divanyolu Caddesi'nde bir aşağı bir yukarı yürümeye koyuluyorum telefondaki sessizliği dinlerken.
-Aslı, gelecek misin?
-Tamam uzatmıyorum, geliyorum.
       Taksiye atlıyorum, "Yenikapı, Marmaray abi.". "Tamam kızım ben seni yetiştireyim." Saat? Saat kaç olmuş ki yetişecektim? Telefonu çıkarıyorum tekrar çantamdan, iki cevapsız çağrı. Gelme mi diyecekti yoksa? Artık çok geç, yola koyuldum, geri dönmedim bile çağrılara. İniyorum taksiden. Metroya doğru yürürken insanların koşuştuğunu görüyorum. Onlara katılıyorum, olanca gücümle metroya atıyorum kendimi. Saat? İki yeni mesaj. "Ayrılık Çeşmesi'ne vardığında haber ver." "Bostancı'da ineceksin.". Sirkeci-Üsküdar-Ayrılık Çeşmesi. "Ben indim, Bostancı'ya doğru geliyorum." Saat? 23.45. Son metro mu? Biraz daha koşturuyorum sonra, yalnız bu sefer durak sayısı biraz fazla mı? Bitmek bilmiyor sanki. “Gelecek istasyon: Koşuyolu.”
       Neden gidiyorum onu görmeye, neden, biz ayrılmadık mı? Yanıyorum, boğuluyorum... Yüzümü ellerimden yukarı kaldıramıyorum. Ellerim sanki senin sesinde. Neden?
  “Ellerin, ellerin ve parmakların
   Bir nar çiçeğini eziyor gibi.
  Ellerinden belli olur bir kadın,
 Denizin dibinde geziyor gibi.
Ellerin, ellerin ve parmakların.”
       Gelecekten bir sahne geliyor gözümün önüne, o ve ben sırt sırta yaslanmışız. Ben onun omzuna koymuşum kafamı, o benimkine... Bahçedeyiz. Huzurluyuz. Ben huzurlu değilim ama şimdimden. Mutlu muyum? Yanıyorum, mutluyum. “Gelecek istasyon: Bostancı.” Kapıya doğru ilerledim, bomboş metro istasyonları kalabalık metro istasyonu kadar geriyor beni hep. Malum “gece yarısı sokakta yürüyen, sokakta tek başına yürüyen kız” olmak zor. Buradan alsaydı keşke beni, nerede acaba şimdi, hiç bilmediğim bir yerdeyim, daha önce hiç gelmediğim bir yerde olmanın telaşı var içimde gece yarısı. Saat? Telefonum hala çekmiyor. Doğru metro çıkışını seçiyorumdur umarım diyerek Bostancı Köprü çıkışına yöneldim. Çıktığım yerde, üst geçitte, aynı bordo gömlekle beni bekliyordu. Yüzündeki ifade o kadar tanıdık ki, aynaya baksam aynını göreceğimden o kadar eminim ki. Yanıyor ve mutlu. Biz ayrıldık ama? Hakikaten neden ayrıldık biz?
       Tanımadığımız evlerin otoparklarına giriyoruz, benim sessiz bir yerde bir telefon konuşması yapmam gerekiyor çünkü. Gecenin bir yarısı ana yolun kenarında başka sessiz yer de yok. Araba hırsızı sanılıp kovalanıyoruz, koşuyoruz biraz, sonra kahkahalar, kahkahalar... Bilmediğim yollardan yürüyoruz, sevdiği bir yere gidecekmişiz.
       Deniz kenarı, o saatte açık nadir yerlerden birine gidiyoruz kapanana kadar oturuyoruz. Gelecek konuşuyoruz, onun geleceğini konuşuyoruz, diyoruz ki birbirimize yaslanalım... Dur yoksa ben mi diyordum onu? Demedim mi yoksa onu? O metrodaki görüntü müydü sadece? Ama o an birbirimize yaslanıyoruz, başka hiçbir şeyimizin olduğuna inanmıyorum ben.
       Eve giderken “Hakan'ı arasana bi” diyor bana, Hakan'la konuşuyoruz yarının planını yapıyoruz. Dolmuşa biniyoruz, Küçükyalı dolmuşuna, bir gülümseme var suratlarımızda, benim aklımdan başka bir görüntü geçiyor, gelecekten: Aynı şöforün kullandığı dolmuşta ben tek, ters yöne doğru gidiyorum. Burnuma şimdinin kokusu geliyor, ayılıyorum. İndiğimiz yerden sigara alıyoruz, ikimizin de paketler masada kalmış malum... “Sen artık içmeyeceksin ama” diyor içeceğimi bilerek. Gülüyoruz. İşbankasının yanındaki sokağa giriyoruz, iki adım arkasından yürüyorum bilerek. Dönüp bakıp en sevdiğim oyunuma gülüyor. İlk sokağa sapıyor caddede hala tanıdıklar var belli ki ben biraz daha geride kalıyorum, apartmana girişimde:
-Hoşgeldiiinn!
-Hoşbulduk Selçuk, hoşbulduk sevgilim.
       Hoppalaa! Neden böyle dedim ki ben? E ayrıldık biz? Sessizlik oluyor tabi yine, ufaktan dalga geçer gülüşünü hissediyorum, utanmama karşılık. Merdivenleri çıkıyor, alçak merdivenler çık çık bitmiyorlar ki suratını göreyim. Apartmanda da ses yapmamam lazım malum aileler... Anahtarla açıyor kapıyı, ayakkabımı bırakıp içeri giriyorum. “Kapısında ayakkabılarımı bıraktım!” diye seviniyor içim.
       Çay demleyip, çalışma masasını toparlıyorum. Neler yapması gerektiğini anlatıyorum hızlı hızlı. Sonra kafamı bir kaldırdım ki, benim ayrıldığım sevgilim gözleri dolu dolu gülümseyerek bakıyor bana, hani öyle şefkatle, öyle minnetle, öyle merhametle. “Sahi neden ayrıldık biz?” demedim tabi, öyle dırdırcı kadın değilim ki ben, hem ayrılsak ne olur ki, elim elinde olup birbirimizi sağa sola sürükledikten sonra. Çaylarımızı alıp, televizyonu açtık sonra. Dizine yattım sanki. Sabah salonun tekli koltuğunda pencere kenarında bir sigara içtim. Başka bir günün sabahı mı idi yoksa o? Bir de karşı balkonda geceden bir çift hatırlıyorum, yeni evliler, evlerini boyuyorlar. “Aslı, nerdesin hadi?”


       Sonrası yok benim elimde... Hikayenin buradan sonrası kayıp zihnimde. Ne oldu, ne bitti bilmiyorum bir daha o gece gibi bakmadık birbirimize.